Kitabın başında yorulabilir, sıkılabilir ve hatta vazgeçebilirsiniz. Ama kitabın ortalarına doğru, yani olay örgüsünün aydınlanması ve bazı şeylerin anlam kazanmasıyla kendinizi kitabın parçası gibi hissetmeye başlıyorsunuz. Bütün o karmaşanın içinde kendinizden parçalar buluyorsunuz. Ve yazarın büyük bir sabırla verdiği fikrin tadına varmaya başladığınızda içinizde bir şeylerin değiştiğini fark ediyorsunuz. Sonrasında bu kitap ile bir daha asla eskisi gibi olamayacağınızı düşünmeye ve sorgulamaya başlamanız kaçınılmaz oluyor. Sanki bunca zamandır içinizde esir tutulan zorlanan tarafınız zincirlerini kırmaya ve bütün sisteme baş kaldırmaya hazırlanıyormuşcasına heyecanlanırsınız. Artık bir şekilde karakterlerin sürekli olarak düşle gerçek arasında gidip gelmesini anlayabiliyorsunuzdur. Düşle gerçeğin bir birine karışmasını sorun etmemeye başladığınızda da korkmaya başlıyorsunuz. Turgut ile birlikte tutunamayanları anlamaya, kurtarmaya nerede yanlışlık olduğunu düşünmeye başlıyorsunuz. Selimin, çocukluğuna gidiyor ve henüz çocukken, farklı olduğunu bir şeylerin doğru olmadığını anladığına şahit oluyorsunuz. Babasının, yalnızlığın vicdanının ve insanların ona neler yaptığını adım adım izliyor elinizden hiç bir şey gelmemesinin acizliğiyle okumaya devam ediyorsunuz. Ve nihayetinde bütün kalabalığa, arkadaşlarına ve sevdiklerine rağmen neden dünyaya insanlara tutunamadığını çaresizce kabul ediyorsunuz. Ardından Turgut'un da dahilik ve delilik arasında gidip gelmesi ve okuyucuyla birlikte aslında kendisinin de bir tutunamayan olduğunu fark etmesi gecikmiyor. Selim'i anlamasıyla farklı bir yön alan yolculuğu bilinmezliğe doğru seyrediyor...
Her şeye rağmen Selim'i öldürenin: zeki olmasının, farkına varmış olmasının, anlaşılamamasının, yalnızlığının, dayatmaların, babasının... kısaca toplumun kendisinin olduğunu biliyor ve öfkesini bir lanet gibi paylaşıyoruz. O, zeki olduğu için farkına varabilmiş ve onlara benzemek istemediği, görmezden gelemediği için vazgeçmişti. Tıpkı, Turgut ve diğer bütün tutunamayanlar gibi...
**
Turgut Özben'in iç sesi Olric'i hatırlatmadan olmazdı...