Wladimir Bartol, çok başarılı bir hikaye ve öykü yazarıdır. Ele aldığı "Fedailerin Kalesi Alamut" konusu üzerine uzun süren araştırmalar yapıp bu süreçte diğer tarihi romanlara oranla, farklı bir yazım tekniğiyle eseri kaleme almıştır. Alamut, yayınlandığı dönemlerde siyasi açıdan ses getirdiği ve daha da getirebileceği endişesi taşıdığı için bir süre eserin yayınlanmasına mani olunmuştur. Biyoloji eğitimi alan yazar, var oluşu ve tanrıyı sorgulamaya başlamış, sonrasında bu görüşleri destekleyen yazarlar ile inanış biçimini Alamut'a yansıttığı hale dönüştürmüştür. Ayrıca Bartol, diğer özelliklerinin yanı sıra, titizliği ve araştırmacı yönü ile beni şaşırtmayı başarmıştır. Doğu kültürü hakkında bu kadar kaliteli tasvir yapabilmesi bunun en net göstergesidir. Genel olarak Bartol, Biyoloji eğitimi sonrası oluşan kafa karışıklığını Nietzsche gibi yazarlarla gidererek, Nietzsche'nin Hristiyanlığa karşı başlattığı savaşı eseri Alamut ile devam ettirmeye çalışmıştır. Etkilerini göz önünde bulundurursak oldukça başarılı olduğunu da kabul edebiliriz.
Esere geçecek olursak "Tarihi Roman" niteliği taşıyan bu kitap, her ne kadar tarihsel gerçekler üzerine kurgulanmış olsa da içinde bir çok tutarsız ve doğru olmayan bilginin olduğu akıllardan çıkmamalı. Bu nedenle yazarın kendiliğinden kurguladığı ya da değiştirdiği kısımları mazur görüp tarihi yönünden çok roman yönünü baz alarak okumak daha fazla keyif alabilmeniz için büyük bir gerekliliktir. Kitabın girişi çoğu romanda olduğunun aksine okuyucuyu etkileyip esere dahil etme çabası gütmemektedir. Aksine insanda, parça parça yapılan bir yapının tabandan başlayarak inşa edilmesi hissi uyandırıyor.Girişin hemen sonrasında ilginçleşen ve hikayeye bağlanan olaylar zinciri, dört bir koldan ama aynı dinginlikte yoluna devam ediyor. Kitap, Müslümanların fetihleri sonrası bölgedeki farklı inançlara sahip insanların kendilerini güvende hissetmek ve dışlanmamak için Şii gibi gözükmesi ve bu topluluğun İsmaili tarikatı adı altında Müslümanlık ile mücadelesinin çevresinde şekillenmektedir. Henüz kitabın girişinde, köle bir kızın alışılmışın dışında bir yolculuk ile kaleye getirilmesi ve bu sırada başlayan psikolojik tahliller yazarın geçmişinde okuduğu ve etkilendiği Freud'un izlerini taşımaktadır. Devamında da dinlerle ilgili görüşlerini, tutumlarını değiştiren ve/veya yeni bir bakış açısı kazandıran Nietzsche'nin etkilerine rastlamak mümkün. Yazar, ağır geçen talimlerin ve zor derslerin aralarına serpiştirdiği namaz vakitleri ile fedailerin çektiği zorlukların bir bölümünü namaza yükleyip okuyanlarda namazın zor ve gereksiz olduğu izlenimini uyandırmaya çalışıyor. Bu sırada öğrenciler ve cariyeler arasında Sabbah'ın öğretileri ve dini üzerine sürekli tartışmalar yapılıyor ve bu tartışmalarda Alamut'a sonradan gelen Halime ve Tahir örneğinde olduğu gibi çoğunluğa uyma davranışı sergilendiğini görüyoruz. Bu uyma davranışını itaatsizliğe karşı ağır bir şekilde cezalandırmanın takip etmesi ile bireylerin zihnine itaat etmek zorundayım fikri aşılanıyor.
Kitabın ortalarına doğru açığa çıkan ve tarihi romanın köklerini oluşturan ana karakterler ile yazar, sürekli olarak bu karakterlerin birbirine olan bakış açılarını dillendirerek olaya tarafsız yaklaştığı imajını vermektedir. Fakat Bartol, karakterlerin kişiliklerine kendinden bir çok şey katmış ve göstermeden de olsa kendi yöntemiyle yargılamıştır. Kitabın köklerini oluşturduğu bu üç karakter; Nizam-ül Mülk, Hasan Sabbah ve Ömer Hayyam'dır. Yazar bu üç karakteri bir araya getirip konuları bu üç karakterin üzerinden aktarması belki de verdiği en dahiyane karardı. Bu yaklaşımı sayesinde yazar, Hasan Sabbah veya Alamut üzerine yazılı 100'e yakın kitap arasından sıyrılmayı ve ünlü olmayı başarıyor. Romanda aynı yerde eğitim gören bu üç zeki insan, eğitim gördükleri zamanlar ileride makam mevki ve güç sahibi olanın diğerlerine yardımcı ollması adına sözler veriyor. Sabbah o dönemlerde "Hiç bir şey gerçek değil, her şeye izin vardır" öğretisini benimsemiş olan İsmaili tarikatinden etkileniyor ve arkadaşları ile bu tarikat aracılığıyla Türklerin elinde olan İran'ı ve Halifeliğini almanın planlarını yapıyordu. Sonraki süreçte birbirinden ayrılacak olan bu üçlüden Sabbah, koyduğu hedefleri uğruna çok uğraşacak fakat elle tutulur bir başarıya ulaşamayıp dünyanın bir çok yerini gezip ilim öğrenerek geri dönmüştü. Nizam-ül Mülk, Selçuklu sultanının baş veziri olacak kadar yükselmiş çok büyük işler başarmıştı. Ömer Hayyam ise ünlü bir Astronom ve Matematikçi olmuştu. Bütün çabalarının boşa gittiğini anlayan Sabbah, Hayyamı ziyaret edecek ve Hayyam'ın söyledikleri ile hayatını ciddi anlamda değiştirecektir. Hayyam ile insanlar ve inançlar üzerine konuşan Sabbah, "Bir gurubun bilinç seviyesi ne kadar düşükse, onu harekete geçiren fanatiklik de o kadar büyüktür." sonucuna varıyor ve günümüze kadar etkisi sürecek planlarını yapmaya başlıyor. Son olarak Hayyam, Sabbah'a daha önce verdikleri sözü hatırlatarak kendisine Nizam-ül Mülk'e bu sözü hatırlatmasını öğütlemişti. Nizam-ül Mülk'ün yanına giden ve hoş karşılanan Sabbah, kısa sürede iyi mevkilere getirilerek nüfusunu genişletmeyi başarıyor. Bir süre sonra bundan rahatsız olmaya başlayan Nizam-ül Mülk, Sabbah'ın rezil olup kovulması için belgelerde oynama yaparak eski arkadaşının başına 10 bin altın ödül koyar.
Kaçmak zorunda kalan ve kafasındaki planları kin ve nefret ile yoğuran Sabbah, kısa süre sonra Alamut'u alır. Yazarın, bu kalede Sabbah'ın gerçek yüzünü bütün çıplaklığıyla gösterdiğine şahit oluyoruz. Çok zeki olan Sabbah'ın narsistik eğilimli, empati yoksunu ve delilik boyutunda ahlaki bozukluğa sahip biri olduğunu fark etmemiz uzun sürmüyor. Hayyam'ı ise daha çok inançlar ile dalga geçen hedonist bir dahi olarak sunduğunu görüyoruz. Bunların yanı sıra Nizam-ül Mülk, inançları olan içlerinde en büyük başarıya ulaşabilmiş ve içlerinde iyi niyetli olarak öne çıkan bir karakter olarak görülmektedir. Bu üç karakter aynı zamanda üç metaforu temsil etmektedir. Sabbah tarafından suikast ile öldürülen Nizam-ül Mülk, inananların ve iyi niyetli olanların sonunda kaybettiğinin. Sabbah ise inanmamasının ve kurnazlığının yanı sıra gerektiğinde her türlü kötülüğü yapabilir olması ve bu sayede onun hayatta kalması ve gücüne güç katması okuyucuları düşündürmektedir. Bununla da yetinmeyen yazar, Hayyam ile son noktayı koyuyor. Sürekli Sabbah tarafından özenilen Hayyam, kitaba göre içlerinde en rahat en huzurlu yaşayan kişiydi ve yazara göre herkes onun gibi olmalıydı. Nietzschhe öğretileri, yazarı bu şekilde düşünmeye ve düşündürmeye itmişti. Kitap başından sonuna kadar hayatı, inançları ölüm ve sonrasını sorgularken Sabbah tarafından sahte cennet ve cehennem ile kandırılıyorsunuz mesajı ile zihinlere girmeye çalışıyor. Öyle ki kitabın sonunda çoğu okurun bilinç altında amansız bir sorgulama ve öğrenme açlığı beliriyor. Bu da yazarın zekasını ve amacına ulaşmasındaki kararlılığının açık birer delilidir.
Yazarın yanı sıra Sabbah, kurduğu bu dahiyane sistem ile kendi sosyal deneyini gerçekleştiriyor ve bu deneyde başarılı olarak bütün dünyaya, kitlelerin ne kadar kolay kandırılabildiğini ve doğru şekilde ikna edilen insanların belirli şartlar altında ölüme gülerek gönderilebileceğini gösteriyor. Günümüzdeki intihar bombacıları, Japon Kamikazeleri ve hatta Hitler Almanya'sında karşımıza çıkan liderin tanrısallaştırılması ve sonsuz aidiyet tamamen aynı öğretinin sonuçlarıdır. Sabbah, bunun yapılabileceği ve nasıl yapıldığını tüm dünyaya göstermiştir. Japonlar halkın hassas noktası olan gururu ön plana alırken, diğer ülkeler inançları kullanarak bu toplumu Sabbah'ın deyimiyle bilinç seviyesi düşük insanların kolaylıkla kendi çıkarları doğrultusunda kullanılmasına imkan sağladığını gözler önününe seriyor.