Sayfalar

20 Ekim 2013 Pazar

Oğuz ATAY - Tutunamayanlar

Esere geçmeden önce yazarın hayatına değinmekte ve bu sayede yazdıklarını yazmaya iten nedenler üzerine bilgi vermekte fayda var. Çocukluğu, her ne kadar maddi açıdan sıkıntılı geçmese de otoriter baba ve dayatmalar yüzünden psikolojik yıkımlar içinde geçmiştir. Baba zoruyla seçtiği ve yaşamını ona göre geçirmek zorunda kaldığı mesleği bütün biriktirdiklerinin patlamasına yol açan ana etkenlerden biri olmuştur. Kitabı kaleme alana kadar biriken bütün öfke, kin ve sıkıntılar hayatının diğerlerine nazaran en buhranlı olduğu döneminde açığa çıkmış ve Tutunamayanları bizlere kazandırmıştır. Kitaptaki öfkeyi, umutsuzluğu, aşkı, yalnızlığı okurken hissetmemek mümkün değil. Üstelik öfkesinde haklı olması, daha önce söylenemeyen şeyleri daha önce kullanılmamış bir teknik ve üslupla söyleyebilmesi okuduğunuz en farklı ve etkileyici kitapların başında gelmesinin en büyük nedenlerinden biridir.
Atay, toplum tarafından zorunda bırakılmış, anlaşılamadığı ve kendilerine benzemedikleri için dışlanmış bir şeylerin farkında olduğu için acı çeken ve yalnızlığa mahkum edilen insanların çektiği gerçek sıkıntıları derinlemesine işleyerek ve psikolojik tahlillerle destekleyerek bu eseri bir araya getirmiştir.Yazarın konuyu bu kadar hissederek ve hissettirerek aktarabilmesinin sebebi şüphesiz, yakından tanıdığı kişilerden ve hatta kendi deyimiyle kendisinin de bir tutunamayan olduğu gerçeğinden kaynaklıdır.

Kitabın başında yorulabilir, sıkılabilir ve hatta vazgeçebilirsiniz. Ama kitabın ortalarına doğru, yani olay örgüsünün aydınlanması ve bazı şeylerin anlam kazanmasıyla kendinizi kitabın parçası gibi hissetmeye başlıyorsunuz. Bütün o karmaşanın içinde kendinizden parçalar buluyorsunuz. Ve yazarın büyük bir sabırla verdiği fikrin tadına varmaya başladığınızda içinizde bir şeylerin değiştiğini fark ediyorsunuz. Sonrasında bu kitap ile bir daha asla eskisi gibi olamayacağınızı düşünmeye ve sorgulamaya başlamanız kaçınılmaz oluyor. Sanki bunca zamandır içinizde esir tutulan zorlanan tarafınız zincirlerini kırmaya ve bütün sisteme baş kaldırmaya hazırlanıyormuşcasına heyecanlanırsınız. Artık bir şekilde karakterlerin sürekli olarak düşle gerçek arasında gidip gelmesini anlayabiliyorsunuzdur. Düşle gerçeğin bir birine karışmasını sorun etmemeye başladığınızda da korkmaya başlıyorsunuz. Turgut ile birlikte tutunamayanları anlamaya, kurtarmaya nerede yanlışlık olduğunu düşünmeye başlıyorsunuz. Selimin, çocukluğuna gidiyor ve henüz çocukken, farklı olduğunu bir şeylerin doğru olmadığını anladığına şahit oluyorsunuz. Babasının, yalnızlığın vicdanının ve insanların ona neler yaptığını adım adım izliyor elinizden hiç bir şey gelmemesinin acizliğiyle okumaya devam ediyorsunuz. Ve nihayetinde bütün kalabalığa, arkadaşlarına ve sevdiklerine rağmen neden dünyaya insanlara tutunamadığını çaresizce kabul ediyorsunuz. Ardından Turgut'un da dahilik ve delilik arasında gidip gelmesi ve okuyucuyla birlikte aslında kendisinin de bir tutunamayan olduğunu fark etmesi gecikmiyor. Selim'i anlamasıyla farklı bir yön alan yolculuğu bilinmezliğe doğru seyrediyor...
Her şeye rağmen Selim'i öldürenin: zeki olmasının, farkına varmış olmasının, anlaşılamamasının, yalnızlığının, dayatmaların, babasının... kısaca toplumun kendisinin olduğunu biliyor ve öfkesini bir lanet gibi paylaşıyoruz. O, zeki olduğu için farkına varabilmiş ve onlara benzemek istemediği, görmezden gelemediği için vazgeçmişti. Tıpkı, Turgut ve diğer bütün tutunamayanlar gibi...

"Selim gibi, günlük tutmaya başlayalım bakalım. Sonumuz hayırlı değil onun gibi herhalde. Bu defteri bugün satın aldım. Artık Sevin olmadığına göre ve başka kimseyle konuşmak istemediğime göre, bu defter kaydetsin beni; dert ortağım olsun. 'Kimseye söyleyemeden, içimde kaldı, kayboldu," dediğim düşüncelerin, duyguların aynası olsun. Kimse dinlemiyorsa beni - ya da istediğim gibi dinlemiyorsa - günlük tutmaktan başka çare kalmıyor. Canım insanlar! Sonunda, bana, bunu da yaptınız. "
Oğuz Atay / Günlük
**
Turgut Özben'in iç sesi Olric'i hatırlatmadan olmazdı...


5 Ekim 2013 Cumartesi

Platon - Sokrates'in Savunması

Sokrates dinleyenlerin dikkatini söylediklerine çekmek ve güvenlerini kazanmak için, konuşmasının başında kendisine yöneltilmiş suçlamayı kendisini eleştirerek reddetmiştir. Sonrasında Sokrates, kendisinin sıra dışı savunma tekniği olan ve önemli ikna teknikleri arasında yer alan "Soruya soruyla yanıt verme" tekniğini kullanarak kendisne itham edilen, "Dinsiz gençlerin ahlakını bozuyor. Atina'nın iman ettiği ilahlara inanmıyor. Devletin tanrılarını yok sayarak yeni tanrılar yaratıyor. Site'nin tanrılarından daha farklı tanrıları yüceltiyor." gibi suçlamaları kendi içinde çürütüp meclisin dikkatini çekmeyi başarmıştır.

Atinalılar'ın Sokrates'i yıldırmak, ders vermek daha doğrusu kendilerine yaptığının karşılığı olarak haksız olduğunu kabul etmesini sağlamak amacıyla başlattığı bu suçlamalar Sokrates'in inandıkları uğruna savaşması ve geri adım atmaması meclisin ölüm cezası vermek zorunda kalmasıyla sonuçlanmıştır. Sokrates'in diyalektik yeteneğine ve ikna tekniklerine rağmen kurtulabilecekken ölümü seçmiş olması, ölümünün büyük bir amaca hizmet etmesi gerektiği inancının bir uzantısı olarak fırsat olarak gördüğü bu suçlamaları kullanarak ölümü ile adalete ve hukuk sistemine büyük bir ders vermesine, kendisinin ve fikirlerinin ölümsüz olmasına olanak sağlamıştır.

Dikkatli okunduğunda Sokrates'in bütün bilinen yönlerinin dışında, Tanrı'nın kendisi ile konuştuğu ve kendisi aracılığı ile toplumu bilgilendirdiğine inanmıştır. Bunlarla birlikte savunmasında Tanrı kavramına bütünsel olarak yaptığı yaklaşımlar, ölümün gizemine rağmen ölümden sonra hayat olacağına dair sözleri oldukça dikkat çekicidir.

Kitap okunduğunda düşünülen ilk şeyin, dönemin Atinasında hukuk ve devlet sistemi ile ilgili saçmalıklar olmasına karşın 2400 yıl sonra dahi temel anlamda bir değişiklik olmamasının hatırlanması, kişiye bu durumun insanlık adına çok büyük bir utanç kaynağı olduğunu düşündürüyor. O dönemde olduğu gibi halen; doğruyu söyleyenin, yanlışları gün yüzüne çıkaranın hep bir tehtid olarak kabul edilmesi ve toplumdan dışlanmaya çalışılması, meyve veren ağacın taşlanmaya devam edilmesi geçen bin yıllara rağmen insanlığın ahlaki açıdan pek değişmediğinin göstergesidir. Bu günlerde yeni kılıflar uydurularak devam eden kölelik kavramı, yasalarla korunmasına rağmen dolaylı olarak yalnızca güçlüleri ve zenginleri koruyan haklar... ve daha hepimizin bildiği hatta zamanla kabul etmeye zorlandığı bütün ahlaksızlıklar, kötülükler, yanlışlar, açlıklar, savaşlar, sömürülmeler... ahlaki ve etik açısından her şeyin çok daha kötüye gittiğinin kanıtıdır.

Yazımı, Sokrates'in, savunmasında verdiği o unutulmaz cevap ile bitirmek istiyorum:
 "Hiçbir şey bilmediği halde kendini bilge sanan bu insanlardan tek farkım, hiçbir şey bilmediğimi bilmemdir"
New York'taki Metropolitan Sanat Müzesi'nde sergilenen Jacques-Louis David'in Sokrates'in Ölümü adlı yapıtı (1787).